İçerikten Bölümler

İleri Dönüşüm Başka Bahara

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on 09 Haziran 2013 | No Comments

İleri Dönüşüm Başka Bahara

Büyük umutlarla kaleme aldığım İleri Dönüşüm Kutusu adlı kitabım pek satmadı. Ben de “pazarlamacı refleksiyle” fazla ısrar etmedim. Neden satmadığıyla ilgili tahminlerimi tarihe kaydedip işi zamana bıraktım.

Neden Satmadı?

Sanırım biraz erken yazılmış bir kitap oldu. Yaşanan global krizi dönemsel bir sıkışma olarak görmek herkesin işine geldi. Halbuki biz bunun yapısal bir kriz olduğunu iddia ettik. Bu iddiamız sürüyor.

Türkiye’deki toplumsal uzlaşmayla ilgili yazdıklarım da o gün için biraz erken oldu. Ama bugün ilerleyen çözüm süreci ve Gezi parkında yaşananlar bu uzlaşıya artık daha yakın olduğumuzu gösteriyor.

İş ve politika arasında karışık bir kitap oldu. Bu da benim hatam. 2013 baskısında işe ağırlık vereceğim.

2013 Baskısına Önsöz

Kitabı 2009’da yazdım. Düşüncelerimin bir kısmı ulusal kampanyalara (Kriz varsa çare de var, Shoppingfest vs…) dönüştü. Bir kısmı çılgın projeler, barış süreci gibi başlıklar altında hayata geçmek üzere.

Arada biz sürekli yeni projeler, fikirler ürettik.

Öte yandan, krizin mahiyeti üzerine o zaman yaptığımız tespit öyle sağlamdı ki, bugün bile hayranlıkla okuyor, şapka çıkartıyorum. Anlı şanlı ekonomistlerin çoğu bu kadar isabetli bir yorum yapamamıştı. O gün yeterince anlaşılamayan tezlerin bugün gelinen noktada anlaşılacağı umuduyla, yeni baskıda daha da sade bir dille tekrar global ekonomik krizi anlatmaya çalıştım.

Buna bağlı olarak dünya ekonomisiyle ilgili orta vadeli beklentilerim hala olumsuz. Kapitalizm bildiğimiz haliyle tıkandı. Çok para var ama iş yok. Çünkü gelir kötü dağılıyor. Üzerine insan hayat uzuyor ve gezegen üzerine yaptığımız baskı artıyor. Güç doğuya kayıyor ama batının araç ve gereçleriyle sistemin devam etmesi mümkün değil. Doğunun da kopyalamak yerine yeni şeyler düşünmesi lazım.

Türkiye krizden az etkilenerek başarılı bir ekonomik performans gösterdi ancak orta gelir tuzağı riski sürüyor. Fasonculukla ve müteahhitlikle zengin ülkeler arasına katılamayacağımız bugün iyice anlaşıldı. Başka şeyler yapmamız lazım. Tasarım, inovasyon, arge ve marka konularının bu kadar çok konuşulması bundan.

O yüzden, ileri dönüşüm kutusundaki fikirlere olan ihtiyaç azalmadı, artıyor.

Avrupa’nın Ağız Kokusu mu Orta Doğu’nun Çorap Kokusu mu?

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on 26 Mayıs 2010 | No Comments

Tahran-Tebriz-Trablus-Erbil Notlarım

Nihat Genç’in yazdığı Suriye güncesinden etkilenip oralarda da görmeye değer bir şeyler olduğunu hissettiğimde yaklaşık kırk yaşındaydım. Domestik bir adam olsam neyse. Yirmi beş yaşına kadar altmış vilayeti, otuz yaşına kadar da neredeyse tüm Avrupa ülkelerini, ABD, Kanada, Tayland ve Çin’i görmüştüm. Sonrasında da Avrupa’ya onlarca kez gittim.  Böylesi bir gezme iştahına rağmen İran’ı, Suriye’yi, Libya’yı görme isteği duymamamın tarihi nedenleri hakkında bir fikrim vardı ama Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı kitabı taşları yerine oturttu. Suçlu eğitim sistemiydiJ  Bu durumdan giderek bir utanç duymaya başladığım günlerde ise imdadıma ülkemizin lider markalarından biri yetişti. Bu şirket çevre ülkelerde markalaşmak için danışmanlık hizmeti istiyordu. Aranan kan bulunmuştu. Seyahatlere bizzat kendimin gideceğini deklare etmem işi almamızı kolaylaştırdı mı bilmem ama 2009 Aralığında elimde bir yıllık bir sözleşme ile seyahat planları yapmaya başlamıştım. Heyecanlıydım.

İlk sıraya İran’ı aldım çünkü en çok orayı merak ediyordum. Üç gece Tahran, üç gece Tebriz konaklamalı olmak üzere altı günlük bir İran seyahatini üçer günlük Libya (Tripoli/Trablus) ve Irak (Erbil) seyahatleri takip etti. En kısa sürede bir Lübnan, Suriye ve İran tekrarı yapma heyecanıyla ilk tur gözlemlerimi aşağıda paylaşıyorum.

İran

THY uçağına biner binmez “business class” yolcularının çorapla oturduğu dikkatimi çekti. Başlık fikri kafama orada yazıldı. Ancak ortalık çorap kokmuyordu. Zaten her yerde ayakkabı çıkaran insanların çorapları kokmazdı. (Ki yazının en derin mesajı bu.) Uçakta hostesler yolculara kaba davranıyor gibime geldi ama yanılmış olabilirim. İniş ise içimi burktu. Uçakta başı açık oturan hanımların hepsi başlarını örttüler. İnsanın örtmek istemediği başının zorla örtülmesinin ne kadar zor bir durum olduğunu bizzat yaşadım. Tabi tam tersini de yıllardır Türkiye’de yaşadığımızı unutmadan. Bu yazımı okuyacaklar arasında çok sayıda ön yargı sahibi olduğu için netleştireyim; Başını örtmek istediği halde örtemeyen üniversite öğrencisi kızlarımızı kastediyorum.

Hep duyduğum Tahran-Ankara benzetmesi oldukça yerinde. Her taraf yol, araba ve kuru bina. Trafik çok daha yoğun ve keşmekeş. Hiç durmadan akan, korna çalan arabalar ama insanlar gergin değil. Şoförler çok usta. Acemi lafının buralardan gelmesine bir anlam veremedim. Trafik dışı bir tarihi nedeni olduğu kesin.  Tahran’ın da İran’ın da fazlaca bir doğal güzelliği yok. Ülke genelde dağlık ve kurak.

Tahran kadınlarının başları genellikle yarı-örtülü. Saçın önden görünen kısımları fönlü, yüzler acayip makyajlı ve burun estetiği yaygın. Modern kesimlerde ağırlıklı kıyafet dar blucin ve tünikler. Yani tüm vücut hatları, yüz ve saçların bir kısmı ortada. Gözler zaten güzel. Dolandırmadan söylemek gerekirse, kadınlar bu haliyle çekici. Yasakların etkinliği tartışılır yani. Tahran erkekleri de bakımlı. Sakallı olanlar sadece asker ve polisler. Bir de nadiren gördüğümüz din adamları. Yollarda molla kıyafetli, sakallı adamlar görmedik fazla. Cami / bina oranının İstanbul’un altında olduğuna isteyenle bahse girerim. Yani özetle ortada fazla bir dini hava yok. Resmi televizyonlarda, sokaklardaki panolarda bir molla hakimiyeti var ve haliyle tüm bunların bir iletişim değeri yok. Bizim de Atatürk’ü olur olmaz her yerde kullanıp iletişim değerini etkisizleştirdiğimiz gibi. Öyle bakıldığında Türkiye ile İran birbirinin tam simetriği sanki. Yukarıdan neyi bastırmışsan öbürü sokakta kendini ifade etmiş.

Devlet televizyonları sıkıcı. Gazeteler de. İnsanlar gazete okumuyor, resmi kanallar yerine uydudan dünya televizyonlarını izliyor. Ölçüm olmadığı için bilemiyoruz ama izlense birileri reklam verirdi. Ülkedeki yasaklar bizim askeriye gibi; her şey yasak, her şey serbest. Bizi gezdiren bayi birkaç kez içki içilebilen yerlere götürebileceğini söyledi ama istemedik. Nargile kafelere gittik. Hayatımda ilk kez nargile içtim. Ne yapayım, bizim sigara içtiğimiz zamanlarda nargileyi faytoncular içerdi. Havalı bir şey  değildi. Öte yandan ülkede uyuşturucu kullanımının yoğun olduğunu duyduk. İçki yasağının acısı oradan çıkıyor olsa gerek. İşte ne taraftan bastırırsan öbür taraftan pırtlıyor.

Yemekler çok lezzetli ama çeşitli değil. Etler, kebaplar, pilavlar müthiş. Ancak içki olmayınca yemekler de hızlı yenilip kalkılıyor. Yani şöyle uzun bir akşam yemeği keyfi yok. Bizi gezdiren bayi oranın “kürdü” olduğu için Tahran’ın meşhur ev partilerinden birine gitme imkanımız olmadı. Tahran’da tarihi-turistik yer gezme fırsatı da bulamadık fazla. Ancak gittiğimiz her yerde Türk olmamızdan dolayı büyük ilgi ve itibar gördük. Ticaret erbabı ile çok sıkı muhabbetler ettik.

Anladığım kadarıyla hükümet, diğer petrol zengini ülke hanedanları gibi paranın tamamını çalmak yerine, baskılar karşısında arıza çıkarmasınlar diye önemli bir kısmını halk ile paylaşıyor. İş bulmak, ev ve araba almak kolay. Enerji maliyetleri yok gibi. Bir depo benzin dört dolar ama benzin istasyonlarında sıra olması komik.  Tahran’da her köşe başı banka. İnsanların kişisel portföyleri oldukça iyiymiş. Millette para var yani.

Tebriz ise başka bir alem. Tüm dokümanlarda “Güney Azerbaycan” diye geçiyor. Nüfusun tamamı Azeri ve kent yönetimi de tamamen Azerilerde. İran devleti burada kasmamış. Ayrıca İran yollarında güneybatıya giden kavşaklardaki tabelalarda da “Kürdistan” yazıyor. Yani devlet kendi topraklarının bir kısmına Kürdistan, bir kısmının da Güney Azerbaycan denmesini dert etmemiş. Şimdi bir sürü arkadaş “oranın gerçeği farklı” diyecek. Doğrudur. Türkiye için bir emsal olsun diye söylemiyorum.

Tebriz Tahran’dan çok farklı. Müthiş bir ticari canlılık var. Kapalı çarşısı bizimkinden eski ve büyük. Onun dışında da insanlar hep sokaklarda. Cıvıl cıvıl. Herkes Azeri ve Türkçeyi çok rahat anlıyorlar. Biraz dikkat kesilirseniz onları anlamak da zor değil. Türk dizilerinin efsane olduğu doğru. Trafik yine aşırı yoğun. Yemeklerde biraz daha çeşitleme olsa da kısıtlı. Tebriz’de tarihi turistik yerleri de gezdik. Şairler mezarlığı dünyada bir ilk. Şiire çok önem veriyorlar. Arkeoloji müzesi, şah döneminde yapılan heykeller ve diğer sanat eserleri çok iyi.  Halıları muhteşem.

Ama Tebriz’in esas güzelliği insan güzelliği. İnsanlar muhteşem. Herhangi bir dükkana “selam” diye girin ve doğrudan muhabbete girişin. O ne ağırlama, o ne dostluk ve sıcaklık. Tahran’da ve Tebriz’de girip muhabbet ettiğimiz her dükkanda “konağımız olun” teklifi geldi. Bu “aldığınız hediyemiz olsun, para ödemeyin” teklifi ve samimiler. Bir sürü insana sordum, para ödemeden çıkarsak en azından arkamızdan konuşurlar mı diye, asla konuşmazlar dediler.

Tahran’da da Tebriz’de de insanların ciddi bir parasal sıkıntıları yok. Sanayi yıllarca korunmuş. Bu durum çeşitliliği azaltsa da büyük perakendecilerin olmadığı ticaret ortamında esnaf para kazanıyor. Dükkan kiraları çok yüksek ama hepsi dolu ve iş yapıyor. Ticari ahlak otuz sene öncesinin Türkiye’si gibi. Söz senet. Batak, kaçak pek görülmüyor.

Eğer memlekette artan maddiyatçılık, üçkağıtçılık ve toplumsal gerginlik sizi sıktıysa doğru Tebriz’e gidin. THY direkt uçuyor ve Van’ın biraz ilerisi. İlk dükkana selam veya selamünaleyküm diye girin, sonrası gelir.  Tabi böyle esnaf muhabbetinden hoşlanıyorsanız. Yoksa sıkılırsınız. Kültürel hayat kısır. Konser, sinema yok gibi. Kitaplardan  okuduğumuz kadarıyla İran kadının tarihsel olarak çok etkin olduğu bir ülke. Bu hala böyle ve sokağa yansıyor. Kadınlar her yerde. İşyerleri, bankalar, dükkanlarda ağırlıkla kadınlar çalışıyor. Kadınlar sokaklarda gece geç saatlere kadar yalnız dolaşıyor. Taksilere, taksi gibi çalışan özel arabalara (tanımadığı adamların arabalarına) gece tek başına binip evlerine gidebiliyorlar.

Öte yandan İran çok ciddi bir iş potansiyeli içeriyor. Nüfusu ve geliri bizim kadar ve kapitalizmden hiç nasiplerini almamışlar. İster restoran açın ister market. Ya da reklamcılık veya medya işi yapın. Para kazanmama ihtimaliniz yok. Ülkenin tek riski ABD’nin muhtemel saldırısı ve hayatınızı etkileyecek tek kötü tarafı kadınların başını örtmesi. Onun dışında, gündelik hayatı zorlaştıran bir baskı dikkatimi çekmedi. Sosyal hayata yönelik fazla detay verecek kadar kalmadım açıkçası.

Tripoli (Trablus)

Ulan bu “İslami Terörist” kavramını ortaya atıp dünyayı cehenneme çeviren iblis bir elime geçse hakikaten islami terörist olurum. Batılının gözünde dünyanın en tekinsiz görülecek beş ülkesinden üçünü gezdim, hepsinin şehirleri herhangi bir ABD kentinden daha emniyetli. İran gibi Libya da son derece huzurlu bir yer. Gece geç saatte şehrin her tarafında rahatça gezilebiliyor. İnsanlar barışçı. Tabii bunda ciddi bir devlet kontrolünün de payı var. Çalışanların çoğu devlet memuru ve ajan. O yüzden birilerinin vukuat çıkarma ihtimali düşük. Bunun bir sonucu olarak orta yerde yüksek sesle Kaddafi demek de sakıncalı. Bizim Türkler “amca” diyorlar mesela.

Ülkenin Akdeniz sahili büyük bir şantiye halinde. Türk firmaları çok aktif. Büyük işler yapıyorlar ve burada da itibarımız son derece iyi. İnşaatlarda Afrika’dan gelen işçiler çalışıyor. Libyalılar genelde çalışmıyor. Devlet de insanlar arıza çıkarmasın diye petrol gelirinden ciddi pay aktarıyor. Devletin yaptırdığı  yeni sitelerdeki 3+1 daireler 30,000 dolara yirmi yıl vadeyle vatandaşa veriliyor.

Trablus, deniz kenarı olmanın da avantajıyla İran kentlerinden daha güzel. Caddeler, parklar bakımlı. Kentte her türlü hazır giyim markası var. Libya’da Kaddafi gibi giyinen adam görmedim gibi. Herkes iyi giyimli. Kadınların kabaca yarısının başı açık ve etek giyen var ama az. Hikaye aynı; Algı-gerçek, baskı-sokak… Restoranlar biraz daha iyi olsa da İstanbul öyle bir uçmuş ki buralarda bir yeri beğenmek mümkün değil. Balıkçılarında çok değişik Akdeniz balıkları var. Fiyatlar makul.

Libya “Afrika’ya açılan kapı” konseptini çok benimsemiş ve buna yönelik çok sayıda proje yürütüyorlar. Sadece yol ve altyapı değil, telekomünikasyondan hizmet sektörüne bir sürü proje var. İş yapmak için çok müsait bir ülke ancak burada ilişki olmadan adım atmak dahi zor. Öte yandan, size Kaddafi ailesine yakınlık sağlayacak adamlar bulmak hiç de zor değil. Daha net ifade etmek gerekirse, bir kafede oturup muhabbete başladığınız hemen herkes bir süre sonra size “hükümetle arasının iyi olduğunu” söylüyor. Bizim bayi iki gün boyunca “onu da tanırım, bu da arkadaşımdır” dedi durdu. Bizi uğurlarken check-in bankosundaki kuyruğu görünce hemen bir tanıdık aramaya gitti. O sırada yeni bir banko açıldı ve ben en öne geçtim. Geldiğinde hayretle bakarken oradaki görevliyi gösterip “ben de bu arkadaşı tanıyorum” dedim. Ciddi bozuldu.

Ancak Libya nüfusunun İran’ın onda biri olduğunu bilin bir işe niyetlenmeden. Libya fırsatlarla dolu ancak fazla büyük bir ekonomi değil. Yine de Afrika’ya açılan kapı fikrini satın alıp orada bir ofis açmak ve ilişki tesis etmekte fayda var.

Afrikalı da umudunu Libya’ya bağlamış gibi…

Erbil

Şimdi başlığa Irak desem olmayacak çünkü buraları ile Bağdat çok farklı, Basra ayrı bir alem. Kuzey Irak diyoruz ama o da değil. Arkadaşlar o bölgenin adı Kürdistan. Ve adamlar bir devlet. Tüm resmi binalarda Irak ve Kürdistan bayrakları yan yana. Bir devletin tüm organları mevcut ve işliyor. Bakanlık binaları, okullar, askeri birlikler filan hepsi var. Evet, ağzımız alışmamış ama alışsa fena olmaz.

Şehir ciddi bir dönüşüm yaşıyor. Her taraf şantiye. Yollar, binalar, altyapı inşaatları tam gaz sürüyor. Konuşulan dil Kürtçe. Kürtçenin değişik lehçeleri arasındaki fark büyük olsa da baskın bir lehçe olmadığı için herkes birbirini anlama pratiği geliştirmiş. Harfler Arap harfleri ama Latin alfabesi de eşit ölçüde kullanılıyor. İyi oteller var. Fiyatlar yüksek ve kredi kartı geçmiyor. Cebi dolarla doldurup gelmek lazım. Türk firmaları ve girişimcileri çok aktif. Her taraf Arçelik ve Vestel bayi. Marketlerde ağırlıkla Türk ürünleri var. Türkiye’nin her tarafından iş adamları gelmiş. Güneydoğudan gelenler de var Karadeniz ve Kayseri’den de. Kürtlük meselesi hiçbir yerde bir sorun gibi görünmüyor. Yani en milliyetçimiz bile Kürt realitesini kabul etmiş. Eee ticaretin gücü.

Ülkede neredeyse hiç üretim yok. Şehrin çevresini gezdik, tek fabrika gördük. Uçaktan görebildiğim diğer şehirlerin etrafında da fabrika yoktu. Ülke Irak’ın petrol gelirinden gelen parayı yiyor. Tarım ve ticaret yapıyor. Ancak ufak ufak “üretim bilinci” dile getirilmeye başlanmış. Hükümet bir vadede yatırım yapanı destekleyecek ama şu sıralar daha temel işlerle uğraşıyorlar. Gelecekte burasının Kürdistan olarak devam etmesini engelleyecek bir neden görünmüyor. Etnik bütünlük var, huzurlu bir ortam, yatırım ve dönüşüm sürüyor ve görünüşe göre Kürtler bağımsızlıktan hoşnut.

Türkler her yerde ve bir sorun yok. Kentte son yılda neredeyse kavga bile çıkmamış. İçki serbest ama çok ortalıkta içilmiyor. Kadınlar genelde açık. Erbil’de kaleyi, çarşı pazarı gezdik bol bol. Çok sayıda kitapçı, CD satıcı, işporta, hediyeli eşya satan yer gezdim. Apo resmi veya PKK sembolü var mı diye baktım, bir tane göremedim. Konuştuğum kişilere sordum, hepsi samimi olarak burada Apo’nun sevilmediğini söyledi. PKK olmadan da Kürt vatandaşlarımızla anlaşıp, uzlaşıp barış içinde yaşayabileceğimizi düşünen biri olarak Kuzey Irak’tan böyle bir teyit almak içimi rahatlattı. Ne yalan söyleyim, PKK’yı orada yarı-meşru bir güç olarak görmekten korkuyordum.

Erbil’de her türlü ticaret yapılabilir. Ama İran ve Libya’dan farklı olarak “her türlü”. Bizim işle ilgili olarak baktığımda bir reklam ajansı, araştırma şirketi, pazarlama hizmetleri yapacak işlere de girişilebilir ama daha onlara gelmeden yapılacak temel işlerde de para kazanılabilir. Aslında şimdi ihtiyaç olan bizim gibi sofistike konular değil de daha “basic” işler. Örneğin araç veya vitrin giydirme yapacak, tabela basacak baskı merkezi bile yok. O yüzden Erbil’e Türk iş dünyası akın etmiş durumda. Her ilden dev heyetler uçağa dolup dolup geliyorlar. İstanbul’dan iki saat. Peki Erbil’e inen dil bilmez iş adamlarımızın ilk durağı neresi? Fetullah Gülen cemaatine ait olduğu söylenen bir dernek. Aynı zamanda turizm şirketi. Yani turları planlıyor, insanları getiriyor, onları toplantı odasında toplayıp ülkeyi anlatıyorlar. Sonra da sahaya çıkarıp gezdiriyorlar ve ilgili Kürt iş adamlarıyla bir araya getiriyorlar. Çok anlamlı bir rehberlik hizmeti sunuyorlar. Fetullah Gülen ile ilgili bir sürü şey yazılıyor. Beni bilen bilir, bu işlerle, komplolarla ilgilenmem. Bildiğim tek şey orada bir fayda üretiyorlar. Şimdi karşıma çıkıp muhtelif teoriler üretecek arkadaşlarıma diyeceğim tek şey şu; Git oralara da o işi sen yap her şeyden önce. O dernekten işimiz adına ciddi fayda ürettik.

Irak 25 milyonluk büyük bir ülke ama bölünmüş durumda. Bağdat ve çevresi tamamen güvensiz. Erbil’in çok etkin ve güçlü iş adamları için bile “gidilemez” bir bölge. O yüzden iş planlarınızı sadece Kürdistan için yapın. (İki gün ben de Kuzey Irak dedim ama sonra dilim kırıldı. Siz de alışırsınız.) Oradan tüm Irak’a mal göndermek mümkün ama kendiniz gidemezsiniz. Gitmeyin zaten. Öte yandan Irak’ın diğer yerlerine de barış geldiği gün cazip iş fırsatlarını sunuyor olacak. İşte o günlere hazırlıklı olmak için bugünden Erbil’e gidip altyapı, çevre ve marka oluşturmakta fayda var. Düzenli sanayi elektriği verme gibi temel sorunlar olsa da bunların çözüleceği güne hazırlık olarak üretim yatırımı hazırlıkları dahi yapılabilir. Organize Sanayi Bölgesi yapmaya uygun arsa filan alınabilir. Erbil kesinlikle çok güvenli bir yer. İsteyene bizim rehberin iletişim bilgilerini verebilirim. Çok iyi Türkçe, İngilizce, Kürtçe ve Arapça konuşuyor. Sizi arabasıyla tüm gün gezdirmesinin bedeli yaklaşık 100 dolar. Her yere girip çıkıyor, çok adam tanıyor. Yine Erbil’de uluslar arası şirketler için fizibilite yapan, piyasa araştırması yapabilen hocalarla tanıştık.

Gittiğim üç ülkenin de en gelişmiş sektörü otomotiv. Hem marka gücü, hem de penetrasyon açısından. Petrol bedava olduğu için Türkiye’de göremeyeceğimiz arabalar, özellikle arazi araçları buralarda. Japon otomobilleri üçünde de çok güçlü. Özellikle de Nissan, dünyadaki gücünden fazla bir ağırlığı var gibime geldi.

Ağırlıkla hizmet verdiğimiz şirketin bayilerini ve inşaat projelerini gezdiğimiz bu ilk turdaki kısıtlı gözlemlerin özeti bu kadar. Biraz iddialı yorumlar yaptıysam, her gittiğimiz yerde reklam ajansları, medya kuruluşları, pazar araştırma şirketlerinin yöneticileriyle, yani ülke entelektüelleriyle uzun görüşmeler yapmış olmamızdandır. Yine de haddini aşan yorumlar yapmış olabilirim. Şimdiden affola.

Güven Borça

Soru-Cevap:

Türkiye İran Olur mu?

Bu soruya yıllardır oturduğum yerden “HAYIR” derdim. Şimdi gidip gördüm. Cevabım değişmedi. Temel sebebi şu ki Şiilikte imam müessesesi çok kuvvetli. Tarih boyunca imamlar vergi toplamışlar. Dolayısıyla maddi olarak güçlüler. Biraz da bundan dolayı İran’da sürekli ve güçlü bir devlet geleneği oluşmamış. Tarihte çok az istikrarlı dönemleri var. Hep ihtilaller, işgaller. Devlet teşkilatı çok güçlenememiş ve genelde imamların dediği olmuş. Bizde ise 500 yılı aşan Osmanlı istikrarı sonrasında birkaç yıllık bir boşluk ve sonrasında yüz yıla yaklaşan bir Cumhuriyet düzeni var. Yani meydan boş değil. Ayrıca bizim din adamları da devlet memuru. İrticai faaliyetlerden iki tanesinin memuriyetine son ver, ertesi hafta kalanların hepsi Cumhuriyet mitingi organize ederler aralarında. İran’dan korkacağımıza oralara laik devrim ihraç etmek için kafa yormaya ne dersiniz? Sanki bu daha kolay.

Türkiye Bölünür mü?

Bu soruya da yıllardır oturduğum yerden HAYIR dedim. Yok yok, güneydoğuya çok gittim. Erbil sonrasında da görüşüm değişmedi. Ama eğer biz hala “tarihte Kürt denen bir şey yoktur, bunlar dağ Türkleridir” hikayesi anlatmayı sürdürürsek o noktaya gelebiliriz. Bir kimlik sahibi olmanın asgari bir müddeti mi var, dilin yetkinliği için sınava mı girmek gerekiyor? O zaman 300 sene önce de “Amerikalı” diye bir şey yoktu. Bu inkar durumundan ve asimilasyon tercihinden vazgeçerek yeni bir ilişki temeli oluşturmak lazım ancak bu tür işlerde çok yavaş ilerliyoruz. Daha Kürtçe bir reklam bile çekemedik. Hafta sonu ödevi olarak herkes deftere bin kere “Kürt” yazsın bir ısınma hareketi olarak.

Avrupa’nın ağız kokusu mu Orta Doğu’nun çorap kokusu mu?

Şu sıralar şirket olarak Alman Konsolosluğu’nda vize sırasındayız. Ben yıllardır defalarca altı aylık vize aldıktan sonra daha fazlası için başvurdum, fuar süresi kadar (altı gün) verdi adi herifler. Öbür taraftan, şirketimiz çalışanı Ömürden Türkiye’nin lider firmalarından birinin danışmanı olarak yapacağı ziyaretler için vize alamadı. Ömürden de “Sırt Çantalılar” adlı bir gezi grubunun lideri olup Almanya’ya onlarca kez girip çıkmışlığı, dahası  geçmişte Almanya’daki Vitra fabrikasında uzun süre çalışmışlığı var. Yine de alamadı. Bunun teknik sebepleri üzerine kafa yordular, kendilerince bazı sonuçlara ulaşıp tekrar başvurdular ama ben artık bunun teknik sebepleri için mesai harcamak istemiyorum. İçimden gelmiyor. Neyse ne! Sistem buysa o zaman AB’ye gitmeyi de girmeyi de istemiyorum. Bu terbiyesizlerin ağızları giderek daha pis kokmaya başladı bana.

Peki İleri Dönüşümü Nasıl Gerçekleştireceğiz?

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on 31 Mart 2010 | No Comments

Dünyanın değiştiği, gücün doğuya kaydığı şu dönemde maalesef memlekette kimse kimseyi dinlemiyor.

Müthiş bir iç iktidar mücadelesi var.

Yok ergenekondu, yok parti kapatmaydı, anayasaydı…

Kılıçların çekildiği mevcut kamplaşma ortamında ülkenin doğru bir yere gitme ihtimali çok düşük.

Bu durumda ya bir grup diğerini tasfiye edecek, ya da yeni bir mutabakat zemini oluşacak.

Biz bu zeminin oluştuğunu düşünüyoruz.

Bir iletişimci gözüyle bakarak, toplumun 2010 başında zımnen vardığını düşündüğümüz bu mutabakatın beş ana unsuru şöyle:

  1. İnanca ve silahlı kuvvetlere saygı
  2. Osmanlı’nın aklanması
  3. Atatürk’ün rahat bırakılması
  4. Komşularla barış
  5. Kürtlerin memnun edilmesi

Artık bu sorunları geride bırakıp yeni şeyler tartışmalıyız. Detayları kitapta….

Kaynaklar Kıt Değilse İnsanlığın Derdi Ne?

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on | No Comments

Aslında Cennet Geldi ama insanlık eşitsizlik üretmeyi seviyor.

Kimse ortalamaya razı değil.

O yüzden bir süre daha böyle gideceğiz.

İstihdam artışı için en iyi fikir çalışma saatlerini kısmak olsa da mevcut dünya ticaretinde kimse geride kalmayı göze alamaz.

Ancak sanayi sonrası dönemin esas gerçeği şu: Artık eskisi kadar çalışmak zorunda değiliz.

Yeni dönemin ip uçları burada.

Nasıl çözüleceğini ise henüz bilmiyoruz.

Korumacılık Geri mi Geliyor?

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on | No Comments

Bugün tarım nasıl milli bir mesele olarak görülmek ve korunmak zorundaysa yirmi birinci yüzyılda da sanayi üretimi ülkelerce korunmak zorunda.

Bunun örnekleri ABD’den Avustralya’ya, Fransa’dan İtalya’ya görülmeye başlandı.

Sivil toplum örgütleri yerli üretimin korunması için hızla yeni iletişim kampanyalarına başlamalı.

Utanmadan, çekinmeden.

Kaynak Nerede? Para Basarsak Enflasyon Azar mı?

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on | No Comments

Türkiye yıllarca yüksek enflasyonla boğuştuğu için korkuyoruz ancak dünyanın hiçbir yerinde  emisyon artışı artık enflasyonu tetiklemiyor.

ABD yıllardır dünyaya dolar pompalıyor ama tüketim miktarları arttıkça fiyatlar geriliyor.

Eğer paranın bir cepten diğerine doğrudan  gitmesini engeller ve ekonomide bir tur atmasını sağlarsak bir miktar para basarak bazı sorunları çözebiliriz.

Bu ve bunun gibi bir sürü konuyu tekrar sorgulamak lazım çünkü artık dünyada kaynaklar kıt değil.

Serbest kur rejiminden özelleştirmelere, serbest ticaretten kayıt dışına bakışımıza kadar bir çok şeyi sorgulamak lazım.

Piramitler Neden Yapılmıştı?

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on | 1 Comment

Bilim dünyasında Mısır piramitlerinin neden yapıldığına dair bir mutabakat yok.

Kimilerine göre bu yapılan kralların zenginliğinin gereksiz yere ve budalaca sergilenmesinden başka bir şey değil.

İşin ekonomik gerçeği şu ki her büyük piramidin yapımında 300,000’den fazla insan yirmi yıl boyunca çalışıyor. Piramitlerin temel fonksiyonu, boş oturup arıza çıkarma potansiyeli taşıyan yüz binlerce insana bir asır boyunca iş yaratmaktır.

Ataleti ve muhtelif başka problemleri önlemek için ya savaş çıkaracaksınız, ya da piramit yapacaksınız.

Çin imparatorunun binlerce askerin heykelini yaptırması ve Büyük Çin Seddi’nin inşası da benzer amaçlar taşır kuşkusuz.

Bizim de böyle büyük piramit fikirlerine ihtiyacımız var.

Krizden Çıkışın İlk Aşamaları Neler?

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on | No Comments

Özünde “arz fazlası” yüzünden çıkmış krize karşı yeni yatırımları destekleyen teşvik programları  yangına körükle gitmektir.

Elli yıllık reçeteyi tekrar sunmaktır.

Yapılması gereken öncelikli şeyler şöyle sıralanabilir:

1)  İç talebi canlandırmak ve yerel üretimi korumak,

2)  Ürünlerimize doğuda yeni pazarlar bulmak,

3)  Sattığımız ürünün katma değerini artırmak, markalaşmak,

4)  Yeni piyasalar geliştirmek, talep yaratmak,

5)  Piramitler inşa etmek

Peki Ne Yapacağız?

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on | No Comments

  • Daha fazla fabrika kurmak işsizliği çözmeyecek, yeni fikirlere ihtiyaç var
  • Aslında yeni bir “çıkış planına”, hikayeye ihtiyaç var
  • Bu hikaye elli yıldır dinlediklerimizden farklı olmalı. O yüzden ciddi bir zihinsel dönüşüm, verimlilik değil istihdam temelli yeni bakış açıları lazım
  • Eğitim, sağlık ve turizm ilk akla gelen gelişme alanları olmakla birlikte çok daha ötesini düşünmeli, yapacak piramitler bulmalıyız
  • İhracatta yeni/yakın pazarlara yönelmeli, buralarda kalıcı hakimiyet kurmalıyız
  • Dış pazarlar kadar iç tüketime de önem vermeliyiz
  • Eski liberal çözümleri sorgulamalı, çağdaş korumacı programlar geliştirmeliyiz
  • Ticaret yollarımızı (perakende sektörünü) korumalıyız
  • Ülkedeki işbirliği kültürünü geliştirmeli, ortak akıl üretmeliyiz
  • Boş gündemlerden, siyasi bağnazlıktan kurtulmalı, milli mutabakat zemini aramalıyız
  • VE buna benzer bir çok konuda daha akıl üretmeliyiz
Ülkemizde daha çok fabrika kurmak işsizliği çözmeyecek yani.

Posted in: İçerikten Bölümler by Güven Borça on | No Comments

Bundan sonra da fabrikalar kurulacak ama yeni fabrikalar mevcut işsizlerin çok azına  iş sağlar.

Kalanlar için sanayi dışı çözümler bulmalıyız.

Sanayi çağının bitişine bir örnek vermek gerekirse tarımı ele alabiliriz. Sanayi devrimi öncesi ana ekonomik faaliyet tarımdı.

Zenginlik tarımdan geliyordu.

Ancak yirminci yüzyılda tarımın payı düştü ve zenginlik, istihdam ve büyüme sanayiden geldi.

Yirmi birinci yüzyılda sanayi de tarım gibi olacak, payı artmayacak.

Fabrika sahibi olmanın önemi ve değeri azalacak.

Zenginlik başka yerden gelecek.